Meme kanseri olduğumu öğrendiğim günün ertesi sabahı gözlerimi açtığımda, henüz sabah ezanı okunuyordu. Akşamdan kalmaydım. O zamanlar dostum olan bir kaç kişiyle balıkçıya gitmiş, şarap içip ağlamıştık. (Şimdi düşününce o tavrımı çok aptalca buluyorum.) Göz kapaklarımda akşamın ağırlığı, midemde delice bir ekşime ve ağzımda çamur gibi bir tatla uyandım. Hava yeni aydınlanıyordu ve tüm canlılar rehavet içindeydi. Evde de çıt çıkmıyordu. O sırada iki kızım da derin uykudaydı. Önce büyük kızımın odasına gittim. Kapıda durup onu seyrettim. ‘Uyurken tıpkı Pamuk prensese benziyor’ diye düşündüm. Bu sene yaşamının önemli senelerinden biri, son sınıfa geçti ve ben kanserim.
Koridoru geçerek her şeyden habersiz, melekler gibi uyuyan küçük kızımın odasına girdim ve yatağının yanına oturdum. O anda gözyaşlarımı tutamadım. Sessizce, hıçkırarak ağladım. ‘Henüz çok küçüksün, annesiz kalırsan ne yaparsın’ dedim içimden.
Ayağa kalkıp banyoya gittim. Aynada kendime baktım. Şişen gözler ve darmadağınık saçlar… İlk defa kendimi bu kadar hırpani gördüm. O güne kadar yaşadıklarımı düşündüm. İhanetler, yalanlar, sıkıntılar; bir şekilde hepsinin üstesinden gelmiştim. ‘Kendine gel Özge’ dedim. ‘Ölmeyeceksin… Asla! İnadına yaşayacaksın, hem de yüz yaşına kadar yaşayacaksın.’ Bu yaş meselesini yazdım kafama. Her seferinde de söylerim: ‘Ben, yüz yaşıma kadar yaşayacağım!’
Neye inanırsanız başınıza o geliyor. Hastalık da sizde, şifa da sizdedir.
Özge Günaydın